Yaşadığımız çağ: ‘Eylemsizlik Gücü’
“Yaşadığımız
çağ, esasen akıl ve tefekkür çağıdır; tutkudan yoksun, bir heyecanla
parlayıp, sonra uslu uslu tekrar istirahate çekilen bir çağ.” (Sören Kierkegaard)
Zamana
kayıtlı bir varlık olarak içinde bulunduğumuz anı ve hayatımızı
sürdürdüğümüz çağı idrak edebilmenin iştiyakına sahibizdir. İçinde
yaşadığımız çağı, idrak kastı ile anlamlandırmaya çalışırız. Kimi zaman
onu, bütünlüklü bir anlam dünyası olarak tavsif edici biçimde
yorumlarız. Bu süreli ve kayıtlı maceranın akışkan mecralarını keşfe
çıkarız. Kimi zaman keşfettikçe küçülen anlam dünyalarının içinde
kayboluruz. Bazen içinde yaşadığımız ana ve zamana aidiyetimizi
unuturuz. Yaşadığımız çağa ruhunu veren ayartıcı uyaranların esir aldığı
yaşam teknolojisine esir oluruz. Aşktan ve tutkudan yoksunlaştıran ve
her geçen gün giderek çoraklaştıran çağ zindanına hapsoluruz. Kimi zaman
beşerî evrenimizi ağır bir yıkıma uğratan çağ yangınında yok oluruz.
Böylece yaşadığımız çağ, bir esaret çağına dönüşür.
Esaret çağı, ‘idealleri uğruna mücadeleye girişen çocukların değil, erken gelişmiş çocukların çağıdır’. Çağ
teknolojilerinin tahakkümü altında sinikleşen, sünepeleşen ve cesareti
kırılan kuşakların çağıdır. Dinlemeye, düşünmeye ve eylemeye cesaretin
kırılganlaştığı çağdır. Bu çağ, şeklin muhtevaya; lafzın manaya ve
usulün esasa egemen olduğu bir çağdır. Bu çağ, görselliğin sözselliğe ve
imajın muhtevaya galebe çaldığı bir çağdır. Bu çağ, bütün beşerî
çabasını amacın tahsiline değil, ölçüsüzce ve kuralsızca neticenin elde
edilmesine teksif edenlerin çağıdır.
Yaşadığımız
çağ, izan ve vicdanın değil, pervasızca peşi sıra gidilen çıkarların
çağıdır. Eğlemeyi eylemeye yeğ tutanların çağıdır. Bu çağ, fikre
dönüşmeyen kanıların çağıdır. Bu çağ, eyleme dönüşmeyen yargıların
çağıdır. ‘Dinlemeden anlayan, anlamadan eyleyenlerin’ çağıdır.
Bu çağ, sahici duygulara dönüşemeyen duygulanımlar çağıdır. Sönümlenen
ve pörsümeye yüz tutan duyguların çağıdır. Bu çağ, vasatlığa ve
sathîliğe mahkûm olan icraların çağıdır. Bu çağ, aşk ile meşk etmekten
yoksunlaşmanın çağıdır. Özenden ve iştiyaktan yoksun eylemlerin çağıdır.
Kötürümleşen hasletlerin ve körelen yetilerin çağıdır. Bu çağ,
toplumsal bünyenin ‘eylemsizlik gücü’ (vis inertiae) ile felce uğradığı bir çağdır. Geçici heveslerin ve bir anda parlayıp sonra sönümlenen heyecanların çağıdır. ‘Katı olan her şeyin buharlaştığı’; değer yoksunluğundan ötürü çoraklaştığı bir çağdır.
Bu çağ, kendini bilmenin faziletiyle değil, gayrına ket vurmanın rezîletiyle yükselenlerin çağıdır. ‘Varlığını bilinmezlik toprağına gömerek’ yücelmenin değil, şişinerek ve olduğundan fazla görünerek yükselmenin çağıdır. Bu çağ, ‘kem âlât ile kemâlât’
mertebesine ermişliğin vehminde olanların çağıdır. Bu çağ, bütün
çabanın ruh ve dimağın inceltilmesine değil; maddîliğin, bedenîliğin ve
cismaniyetin yüceltilmesine hasredildiği bir çağdır. Kendinde değer/li
olanın değil, maddi anlamda katma değere sahip olanın çağıdır. Bütün
katmanlarıyla varlık ile arasında ontolojik mensubiyet kurmanın değil;
pragmaya teslimiyetin yeğlendiği bir çağdır. Marazi gerilimlerden ve
çatışmalardan beslenenlerin; harislikle doyumsuzlaşanların çağıdır.
Yaşadığımız
çağın anaforunda yaşam mücadelesi veren benliklerimizi ancak değer
dünyamıza tutunma çağrısı ile ayakta tutabiliriz. Bütün
hoyratlıklarımıza rağmen acziyetimizi seslendirerek diri kalabiliriz.
Arzularımızın ve enaniyetimizin tümden boyunduruğuna teslim olmayarak
insan kalabiliriz. İncelikli bir dil, zengin bir söz ve engin bir gönül
ile ayakta durabiliriz. Dünya coğrafyasını kana bulayan sömürge düzenini
telin ederek inancımızı tazeleyebiliriz. Mazlumu gözeterek gönül
yurdunda esenlikle kalabiliriz. Semirdikçe kabaran egolarımızı teskin ve
terbiye ettikçe insanca yaşayabiliriz. Benliğimizle üstünlük kurmanın
değil, üstün değerlere bende olmanın şevki ile kıymetlenebiliriz.
Nobranlıkla değil zarafetle bir gönül iklimi kurabiliriz.
Heyhat!
Ancak kendimizi, yani haddimizi ve sınırlılıklarımızı bildikçe yükselebiliriz!