‘Gezi ruhu’nun sosyo-patolojisi
Bu Gezi-nen ruh, topyekun bir sosyolojik cinnet hali yaratma riskine
sahiptir. Tarihsel kolektif aklımızın yarattığı öz bilinci, mikro kolektif
çıkar öbeklenmelerinin çatışmalarına ve çıkarlarına kurban eden bir ruhtur.
Çağın işleyen emperyal aklının kullandığı konvansiyonel araçlarla manipüle
edilebilen bir ruhtur.
Prof. Dr. Muharrem
Kılıç/Akdeniz Ünv. Hukuk Fak.
Türk siyasi tarihinde talihsiz
bir tesadüfle 2013 yılının 27 Mayıs’ında ülkemiz, yaklaşık son on yıla
damgasını vuran sosyo-politik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel alandaki
dönüşüme karşı başlatılan bir direnç yoğunlaşmasına tanık olmuştur. Kimilerince
çevre duyarlığı, özgürlük talebi, sivil itaatsizlik gibi savruk
kavramsallaştırmalarla nitelenen bu olgu; ‘Taksim-Gezi Parkı’ olayıdır. Olgusal
durumun tespitinden öte tayin edilmiş, kurgulanmış, hendesesi yapılmış bir
algısallık yaratmayı misyon edinmiş çağdaş medya düzeni, günümüzün en etkin
kavramsallaştırma aracıdır. Manipülatif-kudretli bir söylemsel yapıya sahip
olan medyanın dili ile bu, ‘Gezi ruhu’ olarak ortaya çıkmıştır.
Siyasi tarihimiz açısından
sosyolojik bir yarılmaya yol açan Gezi olayı, medyanın manipülatif dili
dolayımından geçerek bir retorik üretmiştir: ‘Gezi retoriği’. Bu retoriği
besleyen ruhun doğurduğu türedi kahramanlar mitolojik bir efsaneye
dönüştürülerek boy göstermiştir. Bir anda türeyen bu kahramanların her ne kadar
statüsel pozisyonları farklılaşsa da birbiri ile kaynaşık bir düzen içerisinde
cephe oluşturmuşlardır. Farklılaşmaya rağmen, söylemsel birlik içerisinde
aydınlar, yazarlar, siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler, din söylevcileri vd.
üretilen retoriksel efsanenin kahramanları olarak arz-ı endam etmişlerdir. Bu
durum, tevarüs ettiğimiz siyasal kültürü yapıbozumuna uğratacak yeni bir
Türkiye sosyolojisinin üretiminin miladı olmuştur.
Yaklaşık son bir yıldır tanık
olduğumuz sosyo-politik sürecin değerlendirilmesi, yaşanmakta olan bir
süreçselliğin analizini ifade etmektedir. Doğallıkla bu durum, kendi içinde bir
takım anlamlandırma güçlüklerini barındırmaktadır. Aktüalitenin baş döndürücü
hızıyla çaresiz bir zihinsel savrulmaya duçar olan kahramanların savrukluğu,
yaşananlar üzerinden öğretici dersler çıkarmayı önlemektedir. İçsel ve dışsal
müdahaleler karşısında açık bir kırılganlık sergileyen Türkiye sosyolojisi
açısından, bu durumu var eden aktörlere ve sosyo-politik bağlamın dinamiklerine
dair çözümlemelerin yetersizliğinden söz edebiliriz. Bu meyanda yapacağımız
çözümlemenin bir yetkinlik düzeyi iddiasını taşıma pervasızlığına sahip
olmadığını ifade etmemiz gerekir. Bu noktada amaç, ‘algısal ile olgusal olan’
arasındaki ayırım konusunda bir farkındalık yaratmaya dönüktür. Zira ulusal ve
uluslararası düzeyde farklı saiklere binaen gerçeklik bulan bir algı
operasyonundan söz edebiliriz. Bugün dünyada stratejik bir aygıt olarak algısal
yönetim, netice almaya matuf bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Öncelikle,
tanığı veya bizatihi aktörü olarak yaşamakta olduğumuz sürecin olgusal
nitelendirilmesinin yapılması icap etmektedir. Bu doğrultuda, sahip olunan
düşünsel, kültürel veya politik pozisyonlara bağlı biçimde farklı
nitelendirmelerin yapıldığına işaret ettik. Bütün bu çok-değişkenli
nitelemelerin varlığına rağmen, sürecin operasyonel müdahaleci bir niteliğe
sahip olduğunu ifade edebiliriz. Bu ruhun, tüm dinamiklerinin ayırdında olarak
sosyolojik yapıyı/dokuyu dikkate almaya cesareti olmayan veya böylesi bir kaygı
beslemeyen politik ya da apolitik kimlik ve örgütlenmeler tarafından araçsallaştırıldığı
görülmektedir.
Gezi’nin mimarı: Medya
Başlangıçta bu ruh, en doğal
insani reflekslerden birisi olarak nitelenebilecek olan ‘çevre duyarlılığı’
gibi oldukça rafine bir toplumsal meşruiyet zemininde doğumunu gerçekleştirmiştir.
Çevreye duyarlılık, mekanların insani gereksinimlerin tahripkar bir harislikle
değil, doğal bir ölçülülükle karşılanmasını ifade eder. Bu duyarlılık,
mekanların insan odaklı biçimde tanzimini, imarını ve kullanımını deyimler.
Ancak, yaşanan süreçte bu duyarlılık üzerinden bir ‘istismar sosyolojisi’
türetilmiştir. Öyle ki, gençlik dinamizmine eklemlenen çevresel
duyarlılıklar/duygular sömürülmüştür. Böylece kamu güvenliğinden sorumlu
olanlarla eylemciler arasında somutlaşan bir ‘şiddet sosyolojisi’ varlık
bulmuştur. Bu olgu, politik rant üretmeye meyyal olan aktörlere oldukça
elverişli bir ‘ruh durumu’ yaratmıştır. Söz konusu ruh safiyetini/meşruiyetini
müdahaleci aktörlerin eliyle kaybetmiştir.
Bu türetilen ruh, sosyo-politik
bağlamın aktörlerince apolitik aygıtlar -dönemsel olarak değişen vesayet
araçları- tarafından elverişli/kullanışlı bir ruha dönüştürülmüştür. Bu
yönüyle, konvansiyonel militaristik aygıtların gayrimeşru ve hukuk dışı yöntemlerinin
yerini daha rafine ve sinsice kurgulanmış bir akıl ikame etmiştir.
Modern çağda dördüncü kuvvet
olarak nitelenen medyanın kendinden menkul iktidarı ile tüm sosyo-politik,
sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel alanlar ile angajmanı söz konusudur. Bu, kimi
zaman belirli bir gayenin istihsali için durumdan vazife çıkarmak suretiyle;
kimi zaman da belirli lütuflar karşısında verilmiş bir görevin icrası şeklinde
varlık bulmuştur. Modern demokratik devlet düzeninin sürdürülebilirliği adına
medyadan, kontrol-denge sisteminin oldukça önemli bir aygıtı olması beklenir.
Ancak çağdaş medya düzeninin, özgürlük retoriğini kullanarak, demokratik
süreçlerin kurban edilmesi pahasına orantısız bir güç kullanımı yoluna gittiği
görülmektedir. Gücünü özgür duruşundan değil, politik ve ekonomik gücün
yarattığı/yaratacağı kazanımlardan alan etik dışı bir güç/iktidar alanına
yaslanan gazeteler ve gazeteci kitlesi zuhur etmiştir. Yakın tarihimiz bu
yozlaşık güç alanının, müdahalelerin/darbelerin gerçekleşmesinde nasıl
kullanışlı bir işlev icra ettiğini göstermektedir. Bu yüzden, özgür olması icap
eden medyanın, özgürlüğünü bizatihi kendi yapısal aktörlerine karşı koruması
gerekmektedir. Yalnızca mesleki etik açısından değil, genel anlamda verili
gücün itibarını koruma sorumluğu adına medyanın öz-eleştirel sorgulaması
gereklilik arz etmektedir.
Bu noktada yaşanmakta olan
süreçte medya, kontrol-denge merkezli örgütlü bir güç olmanın getirdiği
sorumlulukla hareket etmemektedir. Ülke sosyolojisine kayıtsız davranan medya
dilinin iletişimsizlik düzeyini türedi sosyal medya aygıtları ile daha bir
sağırlaştırdığına tanıklık etmekteyiz. Medya tüm bu araçsal imkanlarıyla
kendisini Gezi olayı ile başlayan süreçte, siyasal hendesenin apolitik aracı
olarak konumlamıştır. Ancak söz konusu medya temsilcileri, bu mücadelenin
olumsuz sonuçlarına katlanabilecek bir duruş sergileyememiştir.
Siyasal-toplumsal idealite ve
yönetim biçimi olarak demokrasi, yönetim erkinin el değiştirmesi için
insanlığın geliştirdiği en barışçıl yöntemdir. Demokrasi, özünde halk
iradesinin normatif bir düzen içerisinde kuralları tayin edilmiş biçimde
tecelli edeceği bir siyaset yapma biçimidir.
Modern siyaset kuramları ve
uygulamaları açısından bir idealite olarak benimsenen demokrasinin ete kemiğe
bürüneceği alan, kuşkusuz bütün aktörleri ile etkinliğini inşa eden ve sürdüren
siyasal alandır. Söz konusu siyasal aklın/alanın inşası ve etkin
sürdürülebilirliği adına demokratik katılımın tüm imkanlarıyla üretildiği bir
bağlam yaratılmalıdır. Bu noktada kolektif sorumluluk söz konusudur. Kamu
erkinin politik ve bürokratik aktörlerinin yanısıra, sivil toplum ve medya gücü
bu ortak sorumluluğun yüklenicisidirler. Bunlardan özellikle, iktidar ve
muhalefetiyle birlikte siyasal alanın aktörlerinin sorumluluğu tayin edici
niteliktedir. Siyasal aktörlerin temel varlık sebebi, millet iradesinin
tecellisidir. Ayrıştırmaksızın bütün unsurları bünyesinde harmanlayan bir ‘yapı
metafiziği’ olarak ‘millet iradesi’, bu iradeyi kasteden bütün/kütle karşısında
birlik olmayı gerekli kılmaktadır. Millet, vatan ve egemenlikten müteşekkil
olan üç kurucu unsurdan oluşan ‘devlet aygıtı’ meşruiyetini ‘millet
iradesinden’ devşirmektedir.
Söz konusu iradeyi kasteden güç
yozlaşmaları, makrofaj hücresinin normal doku hücresini fagosite etmesi gibi,
devletin akli dokusunu yiyip tüketmesine yol açacaktır. Bu iradeyi tüketmeye
dönük her mütecaviz tavır, hangi etnik, politik, sosyolojik vd. aidiyet
alanlarına ait olurlarsa olsunlar, toplumun tüm birey ve kesimlerince güçlü bir
söz, ses ve eylemsellikle reddedilmelidir. Zira meşru erksel alanlarını millet
adına deruhte eden devlet, dahili ya da harici hiçbir güç öbeklenmesinin
tasallutu altında olamaz.
Bu doğrultuda etkin bir varlık
gösterebilmenin temel parametresi, toplum sosyolojisine uygunluk kriteridir. Söz
konusu amacın gerçekleştirilmesi adına siyasal figürler, doğallıkla varlık
buldukları zemin olan siyasal alanı etkin biçimde aktive etme çabası içerisinde
olmalıdırlar.
Ruh çağırma ritüeli
Ancak, anlamlandırılması güç bir
biçimde, siyasal aktörlerin kimi zaman iktidar, kimi zaman muhalefet tarafı,
siyaset yapma imkanını yok ederek kendisine varlık zemini yaratma yoluna
tevessül etmektedir. Yaklaşık son on yıllık dönemde tanık olduğumuz/yaşadığımız
süreç, karşı tarafa siyaset yaptırmama stratejisi üzerine kuruludur.
Negatif-siyaset olarak da nitelenebilecek olan bu durumu, minderden kaçan
‘güreşçi metaforuyla’ deyimleyebiliriz. Ne yazık ki, son bir yıldır yaşanan
süreçte bu durum, bariz biçimde ilginç birliktelikler ve cepheleşmeler ile
varlık bulmaktadır. Birbiri ile sözde düşünsel, kültürel ve kimliksel ayrışma
alanlarına mensubiyetleri söz konusu olan bireysel ve örgütsel aktörlerin bir
araya gelerek, siyasal alanı apolitik müdahalelerle inkıtaya uğratma çabalarına
tanık olmaktayız.
Politik düzlemin her ne pahasına
olursa olsun iktidarı yok etme adına, ciddi biçimde zemin kaybına uğratıldığı
görülmektedir. Bu noktada tebarüz eden a-politik hırsın değişken aktörleri,
tarihsel bir köke ve mirasa sahip olan devlet kültürünü deforme etmeyi ve/ya
imha etmeyi göze alacak biçimde hareket etmektedirler. Bu yüzden içinde
yaşadığımız sürecin tüm politik aktörlerinin ve aydınlarının üzerine düşen
sorumluluk, siyaset alanının tüm taraflarını erdemlerle kuşanmış bir siyasal
alana çağırmak olacaktır. Yapılması gereken şey, siyasi tarihimizde farklı
formlarda ortaya çıkan ‘ruh çağırma’ ritüelleri düzenlemek değildir. Tek
çaremiz, sürecin politik veya politik olmayan tüm sahiplerinin, süreçsel zemine
yani mindere çağrılmasıdır.
Politik figürleri,
negatif-siyaset yapma refleksi ile otoriteryen veya totaliter olarak
nitelendirmek, sosyolojik etkisi açısından oldukça elverişli bir durum
yaratmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, totalitarizm eleştirisine muhatap
olacak tek aktör siyasal figürler değildir. Yanısıra devlet aygıtı, yargı
mensupları, medya, aydınlar ve diğer toplumsal güç odakları da totaliter bir
yapıya dönüşebilirler.
Nitekim bu meyanda bir ‘aydın
despotizminden’ de söz edilebilir. Özellikle modern toplumun düşünsel ve
eylemsel aklını temsil eden aydın kesiminin niteliği, statüsel değer ve algısı
temel bir değerlendirme ölçeği teşkil etmektedir. Bu açıdan bakıldığında,
mevcut aydıntipolojisi üzerine yapılacak olan sosyoloji, toplumsal yapının
yorumlanmasında esaslı bir yere sahip olacaktır. Bugün aydın tipolojisi
üzerinden tabiri caiz ise, bir postür analizi yapmak gerekirse, duruş
bozukluğundan, skolyozile maluliyetten söz edebiliriz. Süreçsel olarak Gezi
ruhu, yedeğine iç ve dış hegemonik güçlerin operasyonel nüfuzlarını alarak,
siyasal alanı dönüştürmeyi amaçlayan sosyo-patolojik bir sürece dönüşmüştür.
Ülkemizin mevcut sosyo-politik gidişatına dair öngörü, bu sürecin yaklaşık
gelecek bir yıllık süreçte meşru politik araçların apolitik ve gayri
meşru-gayri hukuki ve gayri-ahlaki biçimde sabotaja uğrayacağına işaret
etmektedir.
Bu sosyal mühendisliğin
başvuracağı temel araçların başında -tanık olduğumuz üzere-, toplumsal
duyarlılıkların, aidiyet, kimlik ve değer alanlarının incitici ve tahrik edici
biçimde istismarı gelmektedir. Ne yazık ki, bu ruh hali, hangi hesaba, plana
hizmet sunmuş olduğunun bilincinden uzak bir ruhtur. Kendisini/sosyolojik
bütünlüğünü ve dokusunu kemirerek tüketen bir ruhtur. Bu Gezi-nen ruhun dili,
tüm sistematik algısal çarpıtmaların tezkiye ediciliğine rağmen, otoritatif,
propagandist, ajitatif ve kategorik bir dildir. Neresine dokunsanız ontosu
bulanık bir dildir. Buna bağlı biçimde, bu ruhun ürettiği söylem ekonomisi, tüm
içkin toplumsal dokuyu tahrip edici, derin köklere sahip ontolojik bağları yok
edici bir söylemdir.
Yazık ki bu ruh, topyekun bir
sosyolojik cinnet hali yaratma riskine sahiptir. Tarihsel kolektif aklımızın
yarattığı öz bilinci, mikro kolektif çıkar öbeklenmelerinin çatışmalarına ve
çıkarlarına kurban eden bir ruhtur. Görüldüğü üzere, çağın işleyen emperyal
aklının kullandığı konvansiyonel araçlarla manipüle edilebilen bir ruhtur. Bu
noktada temel yaşamsal gereksinimimiz; Gezi’nen ruhun değil, kökleri ile
toplumsallığımızı kuran ruh ve aklın çağrılmasınadır.
Star Gazetesi- Açık Görüş'te yayınlanmıştır.
http://haber.stargazete.com/acikgorus/gezi-ruhunun-sosyopatolojisi/haber-892982#.U5QfWpAIlwI.twitter